top of page
  • Yazarın fotoğrafıVuslat Çamkerten

Doğrularınızı Kimden Duymak İstiyorsunuz?



Bilginin bir dekor gibi her yerde bol keseden ve şaşalı biçimlerde karşımıza çıkıyor oluşu, artık bir formül gibi kolayca ele gelişi ve el değiştirmesi size ne hissettiriyor? Duyduğunuz, gördüğünüz, araştırdığınız şeylerin ne kadarının doğru olduğu konusunda bir durup düşünüyor musunuz? Doğruları kimden duymak istiyorsunuz? Doğruların kimin elinde olmasını bekliyorsunuz? Herhangi bir otoritenin “doğrusu bu” dediği şeyden şüphe etmekten çekiniyor musunuz? Bir doğrunun gözünün ta içine şüpheyle bakabiliyor musunuz?


İnsanın sonsuzluk kavramıyla tanışması Rönesans’tan sonra. İnsanoğlu o zamandan beri huzursuz. Sonsuzlukla ne yapacağını kestirebilmiş değil. İsterse aradan sonsuz zaman geçsin. Şimdiki gibi bilme çağının ortasında yaşasın, özgürlüklerden, hukuktan bahsetsin, dünyayı dolaşsın. Sonsuzluğu unutması mümkün değil. Dini, tanrıyı, ölümü hep bu sonsuzluk torbasının içine atıp düşünüyor. Bu kavramlardan birinden şüphe duymak gerektiğinde elini sonsuzluk torbasının içine daldırmalı. Oysa sonsuzluğu bir sözcüğün içine sıkıştırmak ve ona sonsuzluk demek bile mümkün değil. Her şeyden önce sözcüğün kendisi bir işe yaramıyor, bir şey göstermekten ve bir tanım vermekten fersah fersah uzakta. Hal böyle olunca, insan soyut meseleleri ve büyük kavramları sorgularken kendini elden ayaktan düşmüş, eksik hissediyor, bu eksiklik kırgınlık da yaratıyor çünkü eksiklik güçsüzlüğe sebep bir yandan. İnsan, varoluşunu sonsuzluk fikrinin verdiği kaybolma hissiyle birlikte duyumsamak istemiyor. Dolayısıyla netlik arıyor, kesinlik istiyor. Bir tercih olarak sorgulamamayı, şüphe duymamayı seçiyor. Aklının rahatını önemsiyor. Sorgularsa delirecek, kendini kaybedecek. Kim böyle bir “ben”le yaşamak ister? Küçük sorular, küçük dertler, küçük düşünceler, küçük huzursuzluklar. Yaşamın karanlık tarafı bu kadar, buncacık olsun. Büyük sorular, büyük dertler demek. Büyük düşünceler eşittir içinden çıkılmaz huzursuzluklar. Işığı derhal yakmalı. Işık düzen demek. Tutarlılık demek. Sahne devam ediyor demek.

Rüyalarınızı düşünün. Çocukken bu karşı konulmaz şüphenin peşinden koşmayı ne çok severdik. “Hangisi gerçek?” sorusu bir oyundu adeta: Ya rüyalarımızda yaşıyor ve gerçek hayatlarımızı bir rüya olarak sürdürüyorsak?


Gündüzki yaşantılarımız belli bir tutarlılık gösterdiği ve bir düzen içinde devam ediyor göründüğü için gerçek yaşantılarımızın bunlar olduğuna hemen emin olur ama yine de şu soruya kapılmadan duramazdık: Ya yarın tam tersi olursa?


“Olasılıklı kanıların düzenli biçime sokulması, kendiliğinden onu şüphesiz bilgiye dönüştürmez.” diyor Bertrand Russell, Felsefe Sorunları’nda.


Ama biz kanılar yığınının ve tutarlı düzenin bize doğruyu, bilgiyi, ışığı verdiğine şüphesiz eminiz. Bireyler ve toplumlar olarak her bir iş, kavram ve akış için net ve kesin kurgular yaratıyor, yaşantılarımızın merkezine bunları koyuyoruz. Yeteri kadar, gerektiği ölçülerde, kontrollü düşünerek yaşamak bize yetiyor. Düşünmenin fazlası, bir şeylerden şüphelenmek ve sorgulamak taşkınlığından çekiniyoruz. Yasalarla, suç ve cezalarla, hücrelerle kendimizi bu türlü taşkınlıklardan koruyoruz.


Ne var ki, biz düşünmeden durabilen yaratıklar değiliz. Bunun için de atacak iyi bir çalımımız var elbette: Düşünme işini gecelere bırakıyoruz. Şüphelerimiz karanlıkta çiçekleniyor. Gündüz Vassaf’ın dediği gibi “Gece düzen güçleri uykuda” ne de olsa. Şüphemize karışacak armalar, pelerinler, asalar, ceylan derisi koltuklar uykuda. Kendimizden, sevgilimizden, iyi niyetlerden, bizim için koyulmuş kurallardan, yaşantımıza verdiğimiz yönden, anlatılan hikayelerden, kutsal kitaplardan, tanrının varlığından geceleri, bazen uykusuz kalıncaya kadar şüphelenmeye devam ediyoruz. Cioran, Çürümenin Kitabı’nda şöyle soruyor: “Hangi zengin ya da tuhaf fikir, bir uykucunun ürünü olmuştur?”


Öte yandan, Descartes’ın insan tanımına dair meşhur “Düşünüyorum öyleyse varım” sağlamasının önündeki büyük ŞÜPHE’den bahsetmeden geçmeyelim. Sözün bu kısmını hiç sevmediğimiz onu kırparak birbirimize servis edişimizden belli. Oysa söylemin aslı şu:


“Dubito, ergo cogito, ergo ego sum.”


Yani: “Kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, demek ki varım.”


Birinin şüphe duyduğu şeylere bakın. Nereye gideceğini az çok tahmin edersiniz. Sürekli aldatıldığından şüphe duyan bir adamı düşünün ya da dünyanın yarın sabah eskisi gibi dönmeyeceğinden şüphe eden bir kadını düşünün. Çalıştığı şirkette yolsuzluk yapıldığından şüphelenen bir başkasını ya da annesinin koyduğu katı kuralların iyi niyetinden şüphelenen bir çocuğu düşünün. Şüphe duyan hiç kimse sabit kalmayacak, mutlaka harekete, eyleme geçecek, bir yola çıkacaktır.


Çünkü düşünce, şüpheyle birlikte yeni bir düşünce üretmeye başlar. Şüphe, düşüncenin başka düşüncelere uzanan kolları, başka düşüncelere yürüyüp ilerleyecek bacaklarıdır. Düşünmeye devam etme, yolda olma halidir. Ve biliyoruz ki yol insanı uykusuz bırakır, huzursuz eder, yoksunluklarla karşılaştırır, bilinmeyene götürür, önüne yenilikler serer, problemler yaratır.


Ne zaman ki düşüncelerimize netlik ve kesinlik vermek isteriz, o zaman aklımızın şüpheyle bağını keser atarız. Kesinlik ve netlik kazandırılmış, şüpheden uzaklaştırılmış bir düşüncenin önü sonu, nihai sınırları belirlidir. Net bir düşünce, bir fotoğrafa, bir poza dönüşmüştür artık. Kısırlaşmıştır. Oradan başka bir yere gidilmez. Ne de onunla bir yere gidilebilir. Tek bir hal kalır geriye: Düşüncenin içindeki hareketsizliğin yol açacağı tutsaklık.


Sorgulanmadan geçen bir hayatın tutsaklığındaki sıcaklık insana kendini evinde hissettirebilir elbette. Konfor diye buna denir diyenler de çıkacaktır. Sorgulamanın müthiş huzursuzluğunu düşünecek olursak belki haklılardır da. Öyleyse herkesin evinde oturduğu bir yaşamda evin dışındaki doğruların da, ve hatta bizzat evin içine dair doğruların da “dışarıdan” verilmesi “doğru” sayılacaktır. Belki bir televizyon kutusuyla, belki cep telefonlarınızla, belki ileride kolunuzdan şırınga edilerek, belki küçük haplarla doğrularınızı alacaksınız.


Doğrularınızı kimden duymak istiyorsanız “şüphesiz” orada bulacaksınız.


*


Bu yazı ilk kez 2020 yılında Psikeart Dergi'nin "Şüphe" temalı sayısında yayımlanmıştır.


103 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page