top of page

Kayıp Aranıyor

Yazarın fotoğrafı: Vuslat ÇamkertenVuslat Çamkerten


Ocağın üstünde köpürttüğüm kahvemi alıp holün koyu kızıl cilalı rabıtalarını yalınayak geçiyorum, püskül kuyruk peşimde. İlk günden beri kısacık bacakları, sarı suratının iki yanına kondurulmuş zeytin gözleriyle gölgem oldu. Odalardan odaya birlikte geçiyor, merdivenleri birlikte inip çıkıyoruz. Taş şömineyi yakarken antika bir biblo gibi kıpırtısız bekliyor. Geceleri karyolamın, gündüzleri içim geçtiğinde koltuğumun dibinde yatıyor. Yarısı olmayan bir evde uykuya bu denli güvenle teslim olacağımı kim bilebilirdi. Gazeteyi sabahtan beri kolumun altında gezdiriyorum. Sisin içinden göğe yükselen çimento fabrikası, henüz salonun eşiğinde gözlerimin önüne seriliyor. Güzelliğini tarif etmek zor. Kadife döşemesi aşınmış koltukta bağdaş kuruyorum. Kahvenin ilk yudumu sona eren bir hasret kadar keyifli. Orta sayfalardan birinin sağ alt köşesinde, küçük, kalın bir kare içine alınmış ilanı ilk defa görmüşüm gibi gülümsüyorum. Bir yanıma eğilip fincanı koltuk bacağının yanına, yere bırakıp -püskül kuyruk illa burnunu sokacak- ilanı yeniden, bu kez yüksek sesle okuyorum:


K A Y I P   A R A N I Y O R

On yedi gündür kendisinden haber alamadığım değerli eşim…


“Görüyorsun di mi Püskül, sonunda dayanamayıp romanlarda, filmlerdeki gibi gazeteye ilan vermiş!” Ama biblo kulaklarını dikmiş, alt katı dinliyor.


Şimdi gülüyorum, oysa gözümün gördüğünün kabul görmediği o gece gergindim. Sessizlikten boğulan yemek masamızın üstüne bomba düşüreceğimi sanarak, “Romanlardaki, filmlerdeki gibi göstereceğim sana o evin var olduğunu,” demiştim. O ise çatal bıçağını tabağın içinde birbirinin içinden geçirip, “Ellerine sağlık,” diye yanıtlamıştı beni. Ne soru sormuş ne de kavga çıkarmıştı. Sanıyorum ki yüz yıl daha birlikte yaşasak ve coşkusuzluk, sevgisizlik ve muhabbetsizlikten ölsek de onun bu sağır ve sonsuz nezaketi kan emici bir vampir gibi dipdiri ayakta kalacaktı. Bir şey duygusuzsa bozulmuyor galiba. Mesela bir yatağı gerçekten ikiye bölmeden, duygusuzca tam ortadan ikiye bölebiliyorsun, görünüşte yatağın bütünlüğü bozulmuyor ama nesne dönüşüyor. Sana bütün gece tavanı izletecek bir cehenneme, gözaltı morluklarına ve sebebini ülkenin çıkmazlarına, bebek ölümlerine, savaş ihtimallerine yoracağın derin bir mutsuzluğa.


Püskül zile fırlıyor. Çıtırdayan, gıcırdayan ve S çizerek bizi aşağıya indiren ahşap merdivenlerde bu kez ben onun peşindeyim. Evin arka tarafından giren rüzgar sırtımı henüz ismini koyamadığım duygularla ürpertiyor, hırkamın kollarını çekiştiriyorum.

Meraklı komşunun getirdiği böreği mutfağa götürüyor, tezgahta akşamdan kalma didiklenmiş kekin yanına bırakıyoruz. Belki akşama sarma da gelir. Sonuçta ne idüğü belirsiz, üstelik yalnız bir kadın karakter hikayeye girdi. Hatta evin etrafından bir an olsun ayrılmayan başıboş köpeği bile içeriye aldı. Mahalle artık tekinsiz, mahalle merakta! Fabrika bulutların arasından bir başka yükseliyor, paydos zilinde metruk evin yeni sahibesinin hikayesi çalıyor!


“Bir daha bak, lütfen, orada işte,” derken kitabımı göğsüme kapadığımı hatırlıyorum. Akşam güneşi vagonun içine doluyor, ışık ikimizi ayıran masada, onun az önce boğazına diktiği cam kola şişesinin ağzınını dolanıyor, benim kağıttan kahve bardağımı şeffaflaştırıyordu.


“Yok orada ev filan. Hele anlattığın gibi bir ev hiç yok.”


“Nasıl yok? Fabrikanın yukarısında, sağa doğru yayılmış evlerin arasında, bak!”


Laptop’ını tutarak koltuğundan hafifçe kalktı, şöyle bir baktı. Sonsuz nezaket. “Maalesef,” dedi kitabımı işaret ederek. “Hayal gücün yeniden hortlamış olmasın?”


Gözleri yeniden ekrandaki rakamlara çivilenince ben de arkama yaslandım. Aklımda evin siyah, sivri ve korkunç silüeti ile aynı sayfayı defalarca baştan okudum. Bir süre sonra yorulup kitabı bıraktım ve akşam güneşinin dizlerimde ve onun şimdi telefon tutan parmaklarının sivri kemiklerinde sönerek kayboluşunu izledim. Bir keresinde hayal gücümü öyle edebi, neredeyse komik biçimde övmüştü ki, kurduğu şaşalı cümleyi bir yerlerden aşırdığını düşünmüş ama üstüne pek de kafa yormamıştım. Gözleri ışık saçıyor, bakışları saçlarımda, dudaklarımda, ellerimde yeni dünyalar buluyordu. Ben karanlığın ortasında kavlı bir çakmak aleviymişim ya da buna benzer bir şey. Bu, ilk kez el ele tutuştuğumuz zamanlarda olmalı çünkü sonrasında, artık ailelerimize de açılmamızın ardından herhalde, ben uzun uzun bakayım diye arabayı uçurumların kenarına çeker, bir şey gördüm diye otoyolda aniden geri basar, fotoğraf makinem yanımda yoksa parmaklarımla kadraja alıp çektiğim sahneleri kendisi de görüyormuş gibi önümüzde uzayan manzaranın içinde hayranlıkla arardı. Evi de böyle bir manzaranın içinde yakalamıştım. Sanki bir şimşek çakması anında gösterdi kendini bana. Ya da kavlı bir çakmak alevinde! Otoyolun kenarında devasa bir şato gibi yükselen çimento fabrikasının gerisindeki evlerin arasında, başka hiçbir eve benzemeden, kıpırtısızca duruyordu.


Eve doğru taksi yolculuğumuzda ondan tarafa hiç bakmadığım halde gözlerini üstümde hissedebiliyordum. Tek bir sözcüğünü bile feda etmeden camın dışındaki karanlığın içine kendimi akıtarak kurduğum hayallerin üstüne kalın bir ağ daha atıyordu. Sonra dayanamayıp, “Korkunç ve zarif,” dedi. Ev için sarfettiğim sözlerdi bunlar. Güldü. “Ne yiyelim gidince?”


Doğru. Evim, bilhassa yanmış tarafıyla simsiyah ve korkunç, zifiri pelerinin altından sivrilen çatı katıyla da ufacık ve zarif. İzini sürmeseydim belki bir daha göremeyeceğim kadar saklı. Ve beni kayıp ilanlarına konu edecek denli oyunbaz. Bana, kaybettiğim beni hatırlatıyor. O gece rüyamda bayılmaya yakın bir hisle kendimi bu evin içinde dolanırken bulmasaydım ve hemen sabahına ettiğim onlarca telefon sayesinde eriştiğim muhtara güvenip buralara kadar gelmeseydim, evin bundan on sene önce çimento fabrikasındaki grevin peşine çıkan yangınla yarısını kaybettiğini ve bu yüzden otoyoldan bakana sadece tek bir açıdan göründüğünü öğrenemezdim. Muhtar karyoladaki mermiyi göstermese grev sözcüsü kadının çatışma esnasında bu eve sığındığını, ev sahibi kadının misafirini canı pahasına sakladığını bilemezdim.


Dolaplara uzanıp su bardağı arıyorum. Doğruya doğru, henüz ne eşyaların yerine ne de içimin ürperen otlarını sürüp geçen rüzgara alışabildim. Yeni evrenimin işaretlerini, nesnelerini, kokularını öğreniyorum. Ne diyeyim, Püskül’ü çözmem zor olmadı. Şu an patilerini ayaklarımın üstüne yapıştırmış her zerresiyle börek dileniyor. Plastik kabı tezgahtan alıp, “Gel bakalım,” diyorum, “madem öyle, manzaraya karşı küçük bir ziyafet çekelim.” Merdivenleri tırmanıyoruz. Arka odalara giden holü takip edince rüzgar sertleşiyor. Bir kısmı alevler tarafından yutulmuş rabıtaların boşlukla buluştuğu yerde hırkamın önünü ilikliyorum. Ayaklarım yanmış zeminin üstünde yumuşak, beyaz ama sapasağlam. Püskül payını kapınca iki adım uzaklaşıyor, bir kemik gibi patilerinin arasına aldığı ganimetini dişlemeye koyuluyor. Kendi payımı yeni mahalleme, gökyüzüne, boşluğun kendisine doğru uzatıyor, “Direnişin her haline!” diye bağırıyorum. Karşı evin perdesi kıpırdıyor.





Bu öykü ilk kez Karanfil Dergi'nin ikinci sayısında yayımlanmıştır. Kasım, 2024

 
 
 

Comments


bottom of page