Dün gece koltuğun üstüne ayrılmış parçalarım yerli yerinde duruyor. Kuyruk sokumumun, ensemin, kulaklarımın, kollarımın, burnumun ve diş etlerimin yanından geçiyorum, hiçbir yerime elimi dahi sürmüyorum. Sehpanın üstünde küllüklerden, izmaritlerden, içki şişelerinden, devrilmiş ilaç şişelerinden küçük bir şehir var. Camlarında bir sonraki ayın temizlik gününe kadar ölü sineklerin kendilerini seyrettiği gökdelenler ve gökdelenlerin gölgesinde karanlığa kalmış evler, ezici çoğunluğa dönüşmüş arabalar, duman, yalan, sidik kokusu, gürültü, anlayışsızlık, zaaflar, kurnazlıklar. Bir şehri şehre benzeten ne varsa yaşanmış burada dün gece.
Ayaklarım halıya basmıyor, ayaklarım parkelere de basmıyor, parmaklarım, topuklarım ve tabanlarım çıplak taşlara değmeden yürüyüp çıkıp gidiyorum evden. Öyle güzel ki. Yalnız bir düşünceden ibaretim. Hem yalnızca hem de yapayalnız. Tırnaklarım, bileklerim, kalçalarım, saç köklerim olmadan sokağa çıkmak ne rahatmış, bundan sonra hep böyle yapacağım. İs ve ayakkabı derisi kokulu, çürük insan kokulu, ıslak hamburger ve iyileşmeyen hastalıklar kokulu dar bir sokakta –şehir gibi şehir!- yok olarak ilerliyorum. “Yürümek düşünceyi yavaşlatır,” demistin geçen haftaki dersin başında, “zayıflatmaz ama yavaşlatır, böylece iyiden iyiye derinlere inebilirsiniz.”
Beni biliyorsun, derinlere inmeden duramıyorum. Düşüncelerimden cehennemlere uzanan merdivenler yapmayı seviyorum, biliyorsun. Bunu sana her mektubumda yazdım.
Yürüdükçe yok oluşumun kesinleşmesi içimi rahatlatıyor. Asfaltın altından kanalizasyon borularına ve iyiden iyiye derinlere iniyorum. Pislik pisliği nötrlüyor, sadeleşip temizleniyorum. Aranızda hiç değilim artık. Vurup geçtiğiniz omzum evde, koltuğun kolçağına yaslanmış beni bekliyor, beklesin, umrumda değil. Bir dakika, bir dakika. Bu, kendi kendimi yoklamak için yarattığım bir test olabilir mi, bu sokağa çıkma işi diyorum, böyle berbat bir işe kalkışmış olabilir miyim, kendimi denemek gibi, kendi kendime, durduk yere? Olur mu öyle şey. Kimseye hiçbir şey kanıtlamak zorunda değilim. Şu mektup meselesi olmasa, daha yarına kadar da asla ayrılmazdım evden. Sokağın bittiği yerde caddeye çıkıyorum. Kalabalık beni yıldıramaz. Buna kendimi hazırladım. Tekrar ediyorum, ikince kere vurup geçtiğiniz bu omuz, evde, koltuğun kolçağına yaslanmış beni beklemekten başka işe yaramıyor şu an.
Gözün ne kuvvetli ne şeytani bir organ olduğunun farkındayım. Ondan kaçabilmeyi, sizin şu milyonlarca gözünüzün önünden sıyrılabilmeyi becerdiğim için içimden kıs kıs gülüyorum. Düşünce göze yakalanan bir şey değil. Bunu yarınki derste sana da söyleyeceğim. Bayılacağını biliyorum. Akıl yürütüşüme tutulduğunu biliyorum. Olur da yine söylemeyemezsem, belki geçen seferki gibi ağzımı açıp açmamakta tereddütte kalırsam yani, bir sonraki mektubumda yazarım merak etme. Birlikte bir fikri büyütmemizi seviyorum. Seninle derinleşmek, tek başıma derinlere inmekten çok daha güzel.
Bu sabah bir vücuda sahip olmadan uyandığım için şanslıyım çünkü öyle olsaydı postanenin önünde uzamış şu kuyruğa girmek ve beklemek zorunda kalırdım. Nitekim düşünce güçlü bir şey, beni omuzların, başların, ayakların önüne bir bir, hızla geçiriyor. Bugün maaş günü mü, elektrik günü mü, su günü mü, ne günü bugün, sizin ne gününüz olabilir ki bu hayatta. Çarpışıp devrilerek, olduğunuz yerde üst üste binerek yaşadığınız şu rezil hayatın elektriği kesilse ne değişir? Veznedeyim. Bağrış çağrışa aldırmıyorum. Mektubunu görevliye uzattığım gibi -zarfı kuru suratın yüzüne doğru sertçe atmış olmam mektubun sana çarçabuk varmasına asla etki etmeyecek, merak etme- havasız, basık daireden süzülüp çıkışa doğru savuruyorum kendimi. Küfürler, salyalar, öfkenin, kızgınlığın kokusu peşimi hiç bırakmayacak sanki. Bir anda kapıdayım ve öbür anda dışarıdayım çok şükür.
Ne var ki yanılmıyorum. Kapının dışı içinden farksız. Hepiniz her şeyinizle kuyruk olmuş peşimdesiniz. Cadde. İnsanlar. Gözler. Gözleriniz. Milyonlarcası. Ama ben sıyrılıyorum. Görünmüyorum bugün. Yalnız düşünceyim. Yalnızca ve yapayalnız. Şehir kokulu cadde bitiyor, şehir kokulu sokak başlıyor. Yaklaştım. Az daha. Oldu. Apartmanın merdivenlerinden çocukluk rüyalarımdaki gibi uçarak çıkıyorum evime. Kimseye değmeden, kimseyle tek söz etmeden, bir tene, dile ve ses tellerine sahip olmadan yaşadığım bugünü kutsamak için evden girer girmez buzdolabına seğirtiyorum. Buz gibi bir bira şişesi benimle birlikte uçup salona geliyor. Koltuğun üstüne doğru usulca bırakıyorum düşünce halimi. Havada hafif bir elektriklenme oluyor. Hafif bir cızırtı. Buharımsı bir his. Göbek deliğim, kıkırdaklarım, ter bezlerim, tüylerim birbirini buluyor, elim buzlanmış bira şişesini kavrıyor, koltukta olduğum yerde doğruluyorum.
Kalkıp perdeleri, sonra da pencereleri açıyorum, gün o kadar güzel ki! Şehrin cıvıl cıvıl sesi, güneşin kokusu içeri doluyor, karşıdaki apartmanların camlarına vuran gün ışıkları renk değiştirdikçe içime güzel hisler doluyor. Yarın sabah mektubumu aldığında, dersten önce, belki elinde kahvenle kapıyı açtığında, o güzelim dudaklarının çiçek gibi açılıp gülümsediğini hayal ediyorum. Bu kadarcık şey bile bugünü gün etmeye yetiyor. Öyle mutluyum ki! Varoluşumu her zerremle hissedecek kadar coşkuyla karıncalanıyor bedenim. Düşünmek bile istemiyorum hiçbir şeyi. Birayı, şişe dibini bulana kadar, boğazımdan aşağıya bırakıyorum. Sonra şu eve girişir, her yeri mis gibi yaparım diye planlıyorum. Yarınki derste giyeceğim şeyleri bugünden hazırlarım.
Neredeyse zıplayarak koridoru geçiyorum. Dolabın önünde durup giysilerime bakarken elim omzuma gidiyor, avuçiçimle kavrıyorum omzumu, iyice sıkıyorum ki sızısı dursun.
*
Bu yazı ilk kez 2019 yılında Psikeart Dergi'nin "Borderline" temalı sayısında yayımlanmıştır.
Yazı, Spotify ve Apple Podcasts aracılığıyla sesli dinlenebilir.
Comentários