“yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi”
Can Yücel
Bedenin, ruha iyi bir ev olmak istediğini bilirim. Elinden gelse, ruhu sonsuza kadar ağırlamak ister, çünkü onsuz hayat yavanlaşır, kupkuru bir hale bürünür. Oysa beden, ruhun ne sahibi ne de tek evidir. İlla ev olacaksa, ruhun evlerinden yalnız biridir. Çünkü ruh uçuşkandır, ele gelmez, söz dinlemez, bedense ruhun bu esrikliği karşısında hep çaresizdir.
Bazen etrafımızda, bedenlerinden dolup taşan ruhlara rastlarız. Yüksek bir ruh, aynı zamanda bedeni de görünür kılar. Bu yüzden, büyük sanatçıların ve yazarların cüsseleriyle, güzellik ve çirkinlikleriyle ilgilenmeyiz. Onları gözümüzde efsaneleştiren, ister hapiste olsunlar, ister sarayda yaşasınlar, bulutların üstünde ruhlarıyla özgürce gezinebilmeleridir.
Jack London’ın Yıldız Gezgini’ni okuyanlar hatırlar, kitap, hapiste idamını bekleyen bir adamın, aklının içinde çıktığı gezintiyi anlatır. Tek kişilik ufacık hücresinde günlerinin dolmasını bekleyen profesör, bir ülkeden öbürüne, zamanlar arasında ve her seferinde farklı kimliklerle yolculuklara çıkar.
Böyle bir gezinti ancak, her türlü zorluğa ve kısıtlamaya rağmen tüm gücüyle kanat çırpabilen bir ruhun işidir. Beden çökebilir, eziyet görebilir, istemediği yerlerde bulunmak zorunda kalabilir ama ruh, bir kere uçmayı öğrendikten sonra bunu asla unutmaz ve uçmaktan geri durmaz. Çünkü ruh bir kere büyüdü mü, artık küçülmesi mümkün değildir. Uslanmaz bir gezgindir o, arsız bir kaçak, usta bir savaşçı, oyuncu, genç bir hayvandır, yaşlı ve kana susamış bir vampirdir.
Öte yandan, küçük, silik ruhların bedenlerinden uzaklaştıkları, hayal kurup kanat çırptıkları görülmez. Sanırım bir tek onların bedenleri, gerçek ve kalıcı ev sahipleri olmayı başarmıştır. Ne uzar ne kısalır, hiçbir şeyden beslenmeden yaşar giderler. Zaman akarken bedenin içinde iyiden iyiye küçülür, sonunda beraber yok olurlar.
Oysa, büyük ruhlar çoğalarak varlıklarını sürdürür. İz sürer, kaybolur ve daha da büyüyerek geri dönerler. Alçaklarda ve yükseklerde süzülmek, bilmedikleri sokaklara girmek, yeni ruhlar tanımak isterler. Kendilerine keşfedilecek kara ormanlar, ıssız çöller, yazılacak öyküler bulmak isterler. Birikirler. Bir yazardan ötekine, bir ressamdan bir kuş gözlemcisine, yaşam enerjisiyle ilgilenen bir biliminsanından, otlara uzanıp hayal kuran küçük bir çobana taşınırlar. Bir bedenden ötekine girip çıkarak ve büyüyüp yükselerek dünyanın yüce ruhuna karışır, sonunda muazzam bir ilham bulutu olurlar. Tıpkı hayalperest küçük çoban gibi, başını kaldırıp gökyüzüne bakmayı bilen herkes, bu buluttan payına düşeni alır.
Ruhun akışkanlığını hayal edebilmek için sevdiğiniz bir yazarı düşünün. Hayatta olsun, olmasın, isterse kendini bir göz odanın içine kapamış, kalemlere, kağıtlara gömülmüş olsun, yazdıklarını okurken ruhunu hissedersiniz, aklınızın koridorlarını onun sözcükleri voltalamaya başlar.
Sözgelimi, İstanbul’un daracık arka sokaklarını Orhan Pamuk’un satırlarıyla gezebilirsiniz. Pamuk’u yüz yüze tanımanız gerekmez, çok okuduysanız yazarın ruhuyla az çok tanışıksınız demektir. Gece yarısı sokağın başını tutmuş bir köpek çetesi veya boğazın karanlık suları size onun sözcüklerini, anlattığı esrarlı bir hikayeyi anımsatır. Kendinizi bir anda yazarın ruhuna bürünmüş bulursunuz. Onun elleriyle köpeklerin başına uzanır ya da onun duyduğu korkuya benzer bir korkuyla karşı kaldırıma geçersiniz. Onun gözleriyle denizdeki gemileri sayarsınız. Kimi zamansa, yazarın yaşadığınız yeri bilmesi gerekmez, bir berber dükkanının önünden ağır ağır geçen yaşlı adam size bir anda Dostoyevski’yi hatırlatır. Kulağınızda Dostoyevski’nin sözcükleriyle şehri arşınlamaya başlarsınız. Üstünüzdeki deri ceket, onun kalın, ağır paltosuna dönüşüverir. Aslında hiç bilmediğiniz yürüyüşünü kendi bildik adımlarınızda yaşatırsınız. O yüksek ruh, bir zamanlar her kiminse, artık sizin içinizdedir.
Diğer taraftan, ruhun, bedenle bir türlü tastamam beraber olamayışı, insana melankoli, yoksunluk hissi ve taşkınca duygularla döner. Ani mutlulukların, nereden geldiği belirsiz yaratma heveslerinin, kudretli hayal gücünün, onulmaz sanılan hiçlik duygusunun sebebi bu gel-gitler ve bölünmelerdir.
Ruhun bedene kavuşacağı yeri, daracık bir avluya benzetirim. Avlunun ortasında, ipe asılı kocaman beyaz bir çarşaf vardır. Rüzgarla çırpınarak dalgalanır. İnsan burada tam bir uyanıklık halinde değil, hülyalı ve çarşafın kendisi gibi havadadır.
Ne zaman ki, kendini dengede, düzende, huzurda hisseder, avlusu rüzgarsızdır. Cereyan neredeyse yoktur. Böyle zamanlarda çarşaf, bir kapı olup ruhla bedene usulca yol verir. Ruhla beden, ayrı düşmüş iki sevgili gibi kavuşur, iç içe girer, benlik dinlenir.
Ara sıra, avluyu sert bir rüzgar alır. İpteki çarşaf, bir yük gemisinin yelkeni oluverir, kendini fersah fersah denizlere vurur. Ruh kim bilir nerelere uçmuş gitmiştir. Beden çaresizdir artık, kendini bomboş duyumsar, ne kendiyle ne dünyanın kalanıyla barışık kalabilir. Dalgalarla ıslanan, ıslandıkça ağırlaşan çarşafın çalkalanışı, avluda tek başına kalmış bedenin sessizliğinde bir kamçının şaklamasına benzer. Şak! Şak! Şak!
Bunun ne kadar süreceğini artık yalnız ruhun kendisi bilir.
Bir zaman sonra, çıktığı uzun yoldan zaferle dönen savaşçı gibi evinin yolunu tutar. Avludan içeri girer, mevsim durulmuş, rüzgar dinmiştir. İnsan o zaman, fırtınadan sonraki kendisiyle yeniden tanışır. Önce fena halde kaybolmuş ama döndüğünde gezip gördükleriyle çoğalmış, büyümüştür.
Yakın bir zaman önce kıta değiştirerek taşındım. Doğup büyüdüğüm, üstünde gözüm kapalı yürüdüğüm topraklardan çok uzaklarda, anadilimin konuşulmadığı, kimselerin beni tanımadığı, kimseleri pek tanımadığım bir yerdeyim. Ruhum uyumsuz, zorda ve yerinde durmuyor. Benim çarşafımı düşünün. Sakin, huzurlu günlerimde avlumda bembeyaz salınan çarşaf, şimdi rüzgarlara ve yağmurlara tutuldu. Sırılsıklam oldu, çamura bulandı, yaralı bir kuş gibi kendinden geçerce savrulup duruyor. Bedenim kendini ıssız, verimsiz bir toprak gibi duyumsuyor.
Beni bırakın, aşk acısı çeken, çok sevdiği birini kaybeden, hasretlik kalan birinin avlusunu düşünün.
Kendi avlularınızı düşünün. Çarşaflarınızın kıpırtısız günlerini, derken rüzgarın uğuldayarak avluya doluşunu, hoyratça dalgalanan ve sonunda beyaz bayrağa dönüşen çarşafınızı hatırlayın. Ortalık elbet süt liman olmuş, ruhunuzla bedeniniz buluşmuştu. Durulan avlu sessizdi, nihayet huzur dolmuştunuz. Ta ki bir sonraki fırtınaya kadar.
Galiba, yılların ve deneyimin bize öğrettiği en iyi şey, hayatın kendisinin de mevsimlere bölündüğü ve mevsimlerin geçiciliğidir. Bu sayede zorlu bir kışın sonunda, elinde çiçeklerle dönüp sevindiren bahar gibi, küsüp gittiğini sandığımız ruhlarımızın da geri geleceğini hatırlarız. Hatta alıştıkça, her mevsimin tadını çıkarır, ruhumuzu daha bir şevkle yükseklere salarız. Ruh, doğası gereği esneyebildikçe esner, öğrendikçe öğrenir. Yeryüzünde insana kendini sahiden zengin hissettiren belki de tek şeydir.
Kendi adıma, rüzgar nedir bilmemiş bir çarşaftansa, avlumda defalarca çalkalanmış, çalkalandıkça da tazelenmiş bir çarşafa sahip olmaktan memnunum. Çünkü yolculuklara inandığım kadar, fırtınadan sonra açan güneşe ve uzun gecelerden sonraki sabahların şifasına inanırım. Üstelik ruhum ne zaman kaybolup da geri dönse, üstünde taze ormanların kokusu, cebinde yıldız masalları, karşıma geçip günler gecelerce anlatıyor da anlatıyor. Ah, benim sidikli kontesim. Çok biliyor!
*
Bu yazı ilk kez 2017 yılında Psikeart Dergi'nin "Ruh ve Beden" temalı sayısında yayımlanmıştır.
Comments