Uyuyor muydum da beni uyandırmıştı, yoksa sürükleyip de mi getirmişti, bilmiyorum, o kadar yorgundum ki. Yatağın ucunun da ucuna oturmuş, ellerimle yüzümü kapamıştım. Bitkinlikten ağlıyor, bir yandan da parmaklarımın arasından onun, duvarları sırtlanarak üstüme doğru büyüyen gölgesini kontrol ediyordum. Ertesi sabah çok düşünmüştüm, gerçekten o kadar büyüyebiliyor muydu? Sözcükleri titizlikle seçiyor, pırıl pırıl, jilet gibi cümleleriyle beni aşağılıyordu. Aşağılamalar gözdağına dönüştükçe tortop olmuş, küçücük kalmıştım.
Oysa ona karşı ellerimle, tırnaklarımla, var gücümün son zerresine kadar savaşırken kendimi bu denli zayıf hissetmiyorum. Savaş apansız başlamasına rağmen simsiyah bir pelerini çabuklukla üstüme geçirmeye yetecek kadar çalışıyor aklımın bir köşesi hala. Kılıçlarımı, bıçaklarımı, soğuk yüzlü baltamı kuşanıveriyorum. Ve artık nereye varacaksa, oraya kadar, kim bilir belki ölümüne savaşıyorum onunla.
O gece nasıl o kadar yorgun ve güçsüz düşmüştüm, inanın bilmiyorum. Felçten farksız dermansızlığım beni şimdiye kadar yaşadığım her şeyden çok korkuttu. Öldürücü bir hastalığın kasları eriten, gözleri kör, ses tellerini un ufak eden son safhasında olduğumu hissediyordum. Sözcükleri tıpkı kıyafetlerine, saçlarını tarayışına, kalabalığın içinde sesini kullanışına, yatak örtüsünü ipi iğneye geçirircesine parmaklarının ucuyla açışına, uyanıp baktığımda ödümü kopartan ve bir mumya kadar kıpırtısız uykularına benziyordu yine. Geçmişimi, geleceğimi asaletiyle yok sayıyor, kendini tanrıları kıskandıracak bir kudretle şimdinin yerine koyuyordu. Şimdi oydu ve o ne derse öyle olmaya devam edecekti. Çünkü ben var gibi görünsem de yoktum, onun gözündeki “yok” halim, kara bir büyü gibi beni yeryüzünden de siliyordu. Zamanının tüm dilimleri bu karanlık, devasa yaratık tarafından yutulmuş, tarihsizleştirilmiş bir kadındım ben.
İnsan bazı şeyleri, hele de silinmiş bir tarihi anlatmak üzere sözcüklere güvenemiyor. Yaşadıklarım, sözcüklerin içine dolup da cümlelere dökülerek dışarıya hiç çıkmadı. Ama bir hayalet gibi evimin duvarları arasında geceyi gündüzden ayırmadan geziniyor. Cismi yok. Bir sese sahip değil. Kendime, yaşadıklarımı başkalarıyla paylaşmak üzere bir ses vermedim. Ta ki buraya gelene kadar.
Her şeyi mahvetmekten korkuyorum galiba. Sudan çıkmış balığa dönmekten. İnkar ettiğim her şeyin, hayatımı tümüyle ve çoktan bitirmiş olmasından. Cılız bir noktaya dönüşmüş olmaktan. Hareketsizliğimin, haykırarak kaçıp gitmememin sebebi bu olabilir mi? Canlılığı, ışığı, renkleriyle filmlere, müziklere tekrar tekrar konu olan bu şahane dünyada yalnız, yapayalnız bir nokta kadar kalmış olabilir miyim sahiden? Bu şüphe beni öldürecek gibi olduğunda kendime hemen iyimserce bir ses verip, herkesin başına gelebilir böyle şeyler, diyorum. Yaşadıklarımın sıradan olmasını umuyorum.
Umarım beni anlar ve duymak istediklerimi bana söylersiniz.
Bazen, geçmiş, şimdi ve gelecekten kopuk, belli belirsiz bir zamanda kendime dalıyorum, varlığıyla yokluğa değen o cılız noktaya dışardan bakarken buluyorum kendimi. Gördüğüm şey, mermeri yosun tutmuş bir süs havuzu. Yosunların üstünden yeşil mavi, çürük rengiyle akıp giden pis su, üst üste duran havuzlarda, hiçbirinin şeklini almadan dolanmayı sürdürüyor. Yalnız kendine ait bir sonsuzluğun içinde. Hayret. Taştı-taşıyor gibi görünmesine rağmen tek bir damlası bile yere düşmüyor.
Bir gün tek bir damla da olsa düşer mi?
Açık denizde kimsenin aramadığı, hiçbir gemi tarafından bulunamayacak şişmiş bir cesedim. Bir beklentim ya da umudum filan yok, bu ikisi insana geçiş hissi verir. Geçişse, kapanışları ve açılışları getirir. Ben hiçbir şeyin geçmeyeceğini, bitmeyeceğini ve yeniden başlamayacağını biliyorum. Kendime ait sonsuzluğun içinde patlamadan şişmeye, pis suyu taşırmadan içimde gezdirmeye devam ediyorum.
Hayır, ben bir kurban değilim. En az onun kadar güçlüyüm! Bana ne zaman vursa, karşılık verecek cesaretim var. Dedim ya işte, o bağırıyorsa ben de bağırıyorum, beni dövmek istediğinde dövüşüyorum, savaşıyorum onunla.
Bana onu ne zaman terk edeceğimi soruyorsun. Bak bu gözlerindeki korkuyu benim gözlerimde göremezsin. Çünkü ben korkuyu yüzlerimin, sahip olduğum tüm yüzlerin ardına saklamayı öğrendim. Okulda, işte, sokakta, ailemin ve dostlarımın yanında beni inciten, ürküten, beni kırmaya, parçalamaya and içmiş ne varsa saklamayı öğrendim. Sana şimdi suçlu bir köpeğin yandan bakışı gibi bakıyorumdur belki. Yine de yüzümden okunan korku yerine suçtur. Bu aşağılık, rezil şiddeti paylaşma, şiddete boyun eğme suçudur. Kendime karşı işlediğim suç. Suçların en büyüğü.
Çekip gidememek suçu. Kalmak suçu. Kendime yapılmasına izin verdiğim her şeyin suçu. Şimdi görüyorum ki, ben suçun kendisine dönüşmüşüm.
Ama öyle çok şeyi birlikte atlattık, birlikte öyle çok şeye katlandık ki. Anlıyorum diyorsun, hiç sanmıyorum. Oturduğun koltukla yaşantım arasındaki onulmaz mesafeden, ezberden ve öylesine söylüyorsun bunu. İçini dolduramadığın sözcükleri söyleme doktor. Kendime ait bir tarihim kalmamış olsa da onunla paylaştığım bir mazi var. Sana birkaç güzel anıdan, önemli şeylerden, iyiliklerinden bahsetmemden hoşlanmıyor, beni can alıcı sorularınla bölüp, onun en kötü yanını kirli bir mendil gibi bulup çıkararak gözüme sokuyorsun. Oysa sen onu yalnız benim anlattıklarımla tanıyorsun.
Ben sevildiğimi biliyorum, görüyorum.
Bazen bir tanrıçaymışım gibi davranıyor. Hayranlıkla. Övgüyle. Gururla bahsediyor benden bana ve başkalarına. Evet. Evet, beni hırpalamadığı zamanlarda. Acı veren ellerinin şefkate dönüşü ilk zamanlar şoke ederdi, haklısın, şimdi çok alışığım.
Bana onu ne zaman terk edeceğimi, üstelik kendimi korumak için acilen bir plan yapmam gerektiğini söylüyorsun. Bana vurduğunda, ona geri vurmaktan başka bir plan bilmiyorum. Sudan çıkmış balığa dönmemin önüne biraz olsun set çekecek önlemler almamı söylerken gözlerindeki üzüntüyü görüyorum. Ben niçin kendime üzülemiyorum? Yaralarım için doktordan rapor almamı ve raporları saklamamı, morluklarımın, kesiklerimin, üstümde sönen sigaraların bıraktığı izlerin fotoğraflarını çekmemi istiyorsun. Kazakla, hırkayla, eşarplarla, uzun elbiselerle kapattığım her şeyi başkalarına apaçık göstermeliyim, öyle mi? En yakın arkadaşıma bile bunu anlatmadığımı duyduğundaki şaşkınlığına karşılık, dönüp göz ucuyla iskemlemin arkasında büyüyen gölgeye bakıyorum. Yaşadıklarımı birine nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Böyle bir sesim yok benim. Bunu istemiyorum da. Hiç istemiyorum hem de. Çünkü ben kendimi en yakınlarımdan saklamakla kalmıyorum, ben kendimi bile yıllardır kendimden saklıyorum.
Huzursuzluğum artık boynuma sarılıyor, gitmek üzere kalkıp kapıya yelteniyorum. Yerinden kıpırdamıyorsun ama bana aceleyle plan fikrini yineliyorsun, sesindeki cızırtıdan kaygını hissedebiliyorum. (Teşekkürler.) Bunun üzerine ben de, zırhlanmış, kaskatı bedenimin içinde hala canlı ve metanetli kalmayı başarmış parçamla başımı sallıyorum. Tamam, diyorum, dediğini yapacağım. Evet, belki bir ev tutarım, bir göz oda bile yeter, güvende olmaya, kendimle kalmaya, kendimi iyileştirip, ruhumla yeniden hemhal olmaya. Tamam.
Gözlerinin içi gülüyor. Unutmam, diyorum, haftaya aynı saatte buradayım.
Kapıyı kapatıp çıkıyorum, bir iki derin nefesten sonra çantamı omzuma takıyorum. Merdivenlerden inerken gölge arkamda.
*
Bu yazı ilk kez Psikeart Dergi'nin "Taciz" temalı sayısında yayımlanmıştır. 2021
Comments