top of page
  • Yazarın fotoğrafıVuslat Çamkerten

"Sevdiğim, okumak istediğim türde ve özgürce yazdım." / Semih Gümüş ile Söyleşi

Bazen uçurumlardan atlamak, bazen büyük bir suçu üstüne almak, bazen ne pahasına olursa olsun yola çıkmak gerekiyor.


Vuslat Çamkerten'in öykü kitabı Görenler Olmuştur yayımlandı. Bu onun ikinci kitabı, Ona Çok Benziyorum adlı romanından sonra. Vuslat Çamkerten yaptıklarını her zaman nitelikli biçimde yapan, çok yönlü bir sanatçı. Onunla hem yeni kitabını hem edebiyatla ilgili aklımıza gelenleri konuştuk.



Semih Gümüş: Vuslat, Görenler Olmuştur ilk öykü kitabın. Ama ondan önce Ona Çok Benziyorumadlı romanın var. Roman ile öyküyü bir arada sürdürmeyi düşündüğünü sanıyorum. Bugünlerde hangisi öncelikli olacak?

Vuslat Çamkerten: Anlatmak istediğim insanlar, dünyalar, çatışmalar çok. Kendimi bir romana “kapamaya” ben izin versem, peşine düştüğüm öyküler izin vermez.


SG: Senin öykülerini daha önce de biliyordum. Ama kitabını okuyunca öykülerin gözümde düşündüğümden daha önemli bir yere çıktı. Sanırım bunun iki nedeni var: Öykülerinin hem çok güzel bir dile ve Türkçeye sahip olması hem de ne anlatıyorsa onları kendi doğallığı içinde, sadelikte anlatması. Öykülerin adeta bir ferahlık duygusu veriyor…

VÇ: Bunları sizden duymak çok mutlu etti, teşekkür ederim. Dili çocukluğumdan beri çok sevdim, önemsedim. Sözcüklerin çağrışımları ve sahip oldukları anlamlar dışında hissettirdikleri, taşıdıkları imgeler, işaret ettikleri şeyler, yerler hakkında çok düşünürüm. Çocuklarla sürdürdüğüm felsefe atölyelerimde bile muhakkak dil felsefesine yer veriyorum. Çok sevdiğim bir şeyi süsleyip püsleyip ortaya çıkarmaktansa o şeyin mevcut gücünü, karanlığını ya da ışımasını olduğu gibi gözler önüne sermek üzere kullanmaya çalışıyorum dilimi. Dil bir hayvan kadar canlı, esnek, olanaklı bir şey. Size kendini cömertçe vermesini, daha da ileriye giderek onun sahibi olmayı istiyorsunuz. Bu bazen zorlamaya, zorlama da aranızda sürtüşmelere, küskünlüklere, metinde cızırtıya sebep olabilir. Ben bu hayvanın öykülerimin içinde serinkanlılıkla, kendi rüzgârıyla gezinmesine gayret ettim. Belki de bahsettiğiniz ferahlığın, doğallığın sebebi budur.


SG: Sıradan insanları anlatıyorsun demeyeceğim. Sen biraz kendine benzeyen insanları anlatıyorsun. Hem doğal haller içinde bulunan hem de tam o sırada yaşadıklarının üstünden atlamaya çalışan insanlar. Belki bu da sahicilik duygusunu güçlendiriyor.

VÇ: Sıradan insanları anlatmadığım doğru, öte yandan öyküsünü yazdığım karakterler kendilerini bize bir çırpıda ele vermeseler bile aramızda dolanan, kaldırımda yürürken çarpışabileceğimiz insanlar. Arzuları, başkaldırışları, karanlık halleri sebebiyle toplumun içinde birer hayalete dönmüşler sanki. Sanırım bu yüzden yaşadıklarının üstünden atlamadan önce fark edemiyoruz onları. Zaten birini görmemizi sağlatan şey de bu değil mi? Sonunda bir uçurumdan atlaması, direnmesi, başkaldırması, olmaz denileni oldurması. Kitabın ismi de buradan geliyor, köyün birinde bembeyaz evlerin arasındaki evini bir gecede siyaha boyayan o adamdan haberiniz var mı? Mutlaka görenler olmuştur.


Karakterlerimi sadece akıllarının içinde hareket ettirmek bana yetmiyor, onları bedenen de hareketli kılmayı, içeriden dışarıya çıkarmayı seviyorum. Bırakıyorum, yer değiştirsinler. Bu da onları sahici yapan şeylerden biri. İnsan hareket eder çünkü. Sessizken bile aklının içinde hareket ediyor, geziniyordur. Görenler Olmuştur’daki karakterler kendi gerçekliklerini yaratmanın peşinde. Toplumun içinden sıyrılıp kendine yeni bir dünya yaratmak ne zaman kolay oldu ki? Bazen uçurumlardan atlamak, bazen büyük bir suçu üstüne almak, bazen ne pahasına olursa olsun yola çıkmak gerekiyor. Siz beni biliyor, tanıyorsunuz, önce içine düşeceğim bir uçurum yaratmayı, ardından oradan yeni bir şey çıkarmak üzere içeriye atlamayı sahiden severim. Belki de bu yönleriyle kendime benzeyen karakterleri yazmak da yeni bir uçurumdan atlamaktır benim için.


SG: Karakterlerinin konuşmaları da önemli. Konuşma cümlelerini güzel yazıyorsun, bu da hem karakterlerini iyi anlatmanı sağlıyor hem hikâyelere canlılık veriyor. Ben de okuduklarımda bunları aradığım için söylüyorum bunu.

VÇ: Karakterlerimin huyunu suyunu çok iyi bilmeliyim, bir öyküyü yaratırken üstüne düştüğüm en önemli şeylerden biri bu. Sözgelimi "Darling" öyküsündeki Nafiz Bey gibi birinin Sezai Karakoç şiirlerine müptela olabileceğini hayatta kaçırmamalıyım ya da "Anlaşma Anlaşmadır"daki Deniz’in iyi bir şiir yakalamak uğruna nereye kadar delireceğini kestirebilmeliyim. Böyle olunca onları konuşturmanın, elalemin, kalabalığın içine atmanın yolları da kolaylaşıyor. Kitaptaki karakterlerin kendileri de canlı karakterler tabii, bilhassa böylelerini arıyorum, içeriden boğularak konuşmak yerine hayatla, sistemle, adaletle kozlarını paylaşmanın, kendileri için birer çıkış yaratmanın peşindeler. Gecenin bir yarısı üç üniversitelinin kalkıp şehri terk etmeye karar vermesi ateşli bir eylemdir. Benimkileri meseleleri konuşturuyor diyebilirim. Kendileri hevesli, tutkulu olunca ben de geri durmuyorum, çatır çatır söyletiyorum söyleyeceklerini.




SG: Sen düşünürken ya da yazarken öykü ile roman arasında nasıl farklar görüyorsun?

VÇ: Aklımın içinde bir romanı kurmakla bir öyküyü kurmak arasında ancak nabız atışıyla anlatabileceğim bir fark var. İlkindeki derin, barışçıl soluklar, ikincisinde kısa kısa, kesik kesik hırıltılara dönüşüyor bende. Öyküde daha saldırganım, hayaletlerim, hortlaklarım bol. Kendi tarzım için söylüyorum bunu, roman daha kısık ateşte pişecek, öyküde ateşin altını açmalı. Balkonun demirlerine ne zaman tak diye bir karga konsa (belki de “inse” demeliyim) hah işte öykü geldi diyorum. Onun o küçük ama bir yandan da diğer kuşlara göre büyük, simsiyah bedeni ve tok ağırlığı, tırnaklarının demirin üstündeki iç gıcıklatan sesi bana öykünün hacmini, etkisini anımsatıyor. Uçup gitmekte olan kara bir kuş sürüsü gördüğümdeyse esaslı bir roman fikrinin sahibine varmak üzere olduğunu düşünüyorum.


SG: Bana kalırsa daha çok öykü yazmalısın. İlgi alanların geniş, resim yapıyorsun, atölyeler yürütüyorsun, hepsini de iyi yapıyorsun. Ama bir okurun olarak hakkımı kullanıyorum: Sende öykü en önde olmalı.

VÇ: Haklısınız. Yaşantıma, anlatmak istediklerime ve üretim biçimlerime bağlı olarak uzun bir süre öyküler yazmaya devam edeceğimi söyleyebilirim. Bu konuda desteğinizi aldığıma çok sevindim.


SG: Görenler Olmuştur yayımlandı ve görebildiğim kadarıyla üstünde pek durulmadı. Bu artık genel bir sorun. Kitaplar yayımlanıyor ve hak edenler hak ettikleri ilgiyi görmüyor. Sen şu anda içinde bulunduğumuz ortamı nasıl görüyorsun?

VÇ: Ben epeydir başka türlü düşünüyorum. Medya araçları çok yaygın, iletişim kanalları her koldan hayatımızın içinde diye her üretimimizde, ortaya koyduğumuz her eserde bir yıldız patlayacak sanıyoruz. Evet, içinde bulunduğumuz bu yeni çağda her şey iştah verici, herkes çok iştahlı görünüyor. Bu da bizi, sanki etrafımızdaki her şey –ortaya çıkan tüm eserler, nesneler, görünen tüm insanlar– çok seviliyor, çok önemseniyor gibi muazzam bir illüzyonun içine itiyor. Bu bir sanrı. İnsan bu sanrıya kapılırsa kendini, yaratımlarını, üretimlerini değersiz bile hissedebilir. Her yerde ismi bas bas bağrılan, neredeyse ağzımızın içine sokulan kitaplar var. Yalan yazarlar. Yalan okurlar. Yok böyle bir şey. Ben iyi bir okurum ve bir kitap için bas bas bağrılıyor diye o kitabı satın almıyorum mesela, benim bir okur dünyam, bir okur davranışım var. Eğer bir kitap benim okur dünyama dahil değilse bana zorla o kitabı aldırabilirler mi?


Aynı şekilde bir yazar olarak da benim o “kitap aldırabilir” kitleyle işim yok. “Büyük puntolu” kitaplar satın alan bir okur, benim kitabımı nasıl alsın ki. Benim öykülerimde “adamboyu yılanlar, gecenin bir yarısında sokağın ortasında düzüşen domuzlar, büyük kapanmalar” filan var. Sarsılmak, korkmak istemeyen bir kitleye ulaşma gayretinde değilim. Hasbelkader bu kitleden kitabımı edinmiş birini duysam, kendisine geçmiş olsun diye mektup yazarım herhalde.

Her kitabın bir okur kitlesi var. Bazısına markette ya da benzin istasyonunda bir gofretle birlikte kitap alıvermek şahane gelirken kimisi için bu durum sadece kitabın değil, şehrin, kültürün, gündelik yaşamın ve hatta geleceğin ritmini bozan bir durum. Kitapçılar bir bir kapanırken, ülkenin en iyi edebiyat dergileri varlıklarını sürdürmekte zorlanırken büyük puntoluların muazzam bütçelerle yapılan PR çalışmaları iyi okurun şahdamarını zonklatabilir.


Ben yazdıklarımla bir mecraya çıktığımda kime seslendiğimi az çok biliyorum. Her yere çıkıyor olmanız, her yerde kitabınızın görünüyor olması sizi gerçek okurunuza ulaştıracak diye bir şey yok. Öte yandan Görenler Olmuştur’da yazdığım öykülerle birlikte hayal ettiğim okur kitlesine ulaşmaya başladığımı da görebiliyorum. Bir yandan da okur kitlemi ayıklayarak yol aldığımı söylesem yanlış olmaz herhalde. Ama mesela kitabımı şimdi sizinle konuşuyor olmak benim için ilgi gördüğü anlamına geliyor. Kitabım bir okur olarak da çok sevdiğim, çok iyi bir yayınevinden çıktı. Ben sevdiğim, okumak istediğim türde ve özgürce yazdım, dolayısıyla her yerde bulunacak, arzulanacak bir kitap yazmadığımın da ayırdındayım. Ben daha yazarken okurumu yaratıyorum. Bir öyküyü yazarken, o salona kaç kişinin gireceğini pekala biliyorum. Daha ne yapabilirim ki? Bu kitap için yapmak istediğim her şeyi yaptım. Kitabımın, sevdiğim yazarları, sevdiğim şairleri seven okurların kitaplığına girmesini diliyorum. Sonraki kitaplarımda da hep bunu dileyecek, bunu hedefleyeceğim.


SG: Yazdıklarınla ilgili olarak neler tasarlıyorsun, nereye gitmek istiyorsun?

VÇ: Öykülerimi hep dünyanın başka yerindeki bir okur da okusa bu öykü ona bir hikâye verebilir mi diye tartarak yazıyorum. Yazarken daima bir gün başka dillerde de okunma hayaliyle yazıyorum, yazdıklarımla gitmek istediğim yerler var.


SG: Okurların hep merak ettiğini bildiğim için soruyorum: En çok sevdiğin yazarlardan ve kitaplardan söz eder misin?

VÇ: Kitaplar elimde, masamda, başucumda çok değişiyor ama Shirley Jackson’a, Poe’ya, Cortázar’a, Pablo Neruda’ya ruhumla bağlıyım. John Berger’ı en yakın dostum sayıyorum. Jack London’ın Yıldız Gezgin’i beni en çok etkileyen kitaplardan biri. Mary Shelley’nin Frankenstein’ını, Unica Zürn’ün Kara Bahar’ını, Joyce Carol Oates’in İlk Aşk’ını, Philiph Roth’un Ölen Hayvan’ı, Çehov’un Kara Keşiş’ini bana verdikleri karanlık ve serinlik için çok severim. Antoni Casas Ros yeni bir roman yazsa keşke, onun yarattığı kaos bambaşka. Son zamanlarda Samanta Schweblin, Lucia Berlin gibi harika cadılarla tanıştığım için heyecan duyuyorum, gerilimi daracık bir koridorda dört nala götürmede kadınların üstüne yok. Paulina Flores ve Lydia Davis’in öyküleriyle de haşır neşir olabilmek şans. Çevirmenlerimiz çok yaşasın. Murakami’nin telaşsız, dingin anlatımına başvururum bazen, kendimi yavaşlatmam gerektiğini düşündüğüm ve sabıra ihtiyacım olduğunu hissettiğim anlarda. Kadire Bozkurt, Gamze Güller, Çağatay Yılmaz, Engin Türkgeldi, Hakan Şenocak yeni bir şeyler yazsa da okusam dediğim öykücülerden. Geçenlerde Ferit Edgü’ün “Av” öyküsünü okudum, döndüm, birkaç gün daha üst üste okudum, Edgü’nün gözleri olmak isterdim doğrusu. Richard Brautigan, Ezra Pound, Anne Carson, İnci Aral, Vüsat O. Bener, Orhan Duru, Bilge Karasu okurum. Okurum diyorum çünkü ben bana iyi gelen kitapları pek çok kereler okurum.


SG: Örnek aldığın, yani başucunda tuttuğun kitaplar var mı?

VÇ: Örnek almaktan ziyade kafa açıcı bulduğum için sürekli dönüp başvurduğum kitaplar var. Bir önceki soruda hakkımı kurmacadan yana yanıtladım ama başucu kitaplarım çoğunlukla kurgu dışıdır. Felsefe, şiir, psikanaliz ve sanat kitapları, yazarların, sanatçıların söyleşilerinin toplandığı, fikir dünyalarının paylaşıldığı kitaplar, resimli kitaplar, sürrealizme, mimariye, tiyatroya dair kitaplar, makaleler hatta tezler okurum.


SG: Peki şu sıralarda bir şeyler yazıyor musun?

VÇ: Yeni karakterlerle tanışmaya devam ediyorum, ortalığı karıştırsınlar diye onları bildiğimiz dünyanın içine atmaya devam edeceğim.


*


69 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page