top of page
  • Yazarın fotoğrafıVuslat Çamkerten

Sınırları Kaybolmuş Şeyler

Güncelleme tarihi: 30 Oca 2022



Evi hemen sevmiştik, sevilmeyecek yanı yoktu. Beyaz rabıtalar, yüksek duvarlar, uzun ince pencereler, iki küçük oda ve evin ortasında, her yeri birbirine bağlayan kare bir salon. Tanımadığımız bir şehrin çıkmaz sokaklarından birinde, iki katlı bir evin kendine ait merdivenli girişi olan üst katını tutmuştuk. Ne zaman ve nasıl tuttuğumuzu, komşularımızın kim olduğunu, onları sevip sevmeyeceğimizi bilmiyordum, artık buradaydık.


Gölgeler gibi etrafta dolanan birkaç adam yataklarımızı, beyaz eşyaları, televizyonu, yemek masasını, dört sandalyeyi ve dokuz kutuyu bırakıp gittiklerinde annemle birbirimize bakmış, yerleştirme ve düzenleme işini birkaç saat içinde bitirmiştik. Daha doğrusu işin hepsini o yapmış, ben onun ihtiyacı olan makas, ıslak bez, kurulama bezi gibi şeyleri götürüp getirmiştim. Birkaç tabak çanakla annemin sevdiği bibloları sardığımız gazeteler boşa çıktıkça onları avuçlarımın arasında sıkıştırarak boşalan kutuların içine atıyor, kağıt yığını yükseldikçe kutunun içine atlayıp üstünde zıplıyordum. Karardıkça kararan avuçlarım ve her yerime yapışan koli bantlarından kurtulma savaşım beni güldürüyordu. Babaannem, babamın en sevdiği eşyalar olan salondaki dört parçalık deri koltuk takımı, kahve makinası, vitrinde duran ve tozu alınırken bile yerinden oynatılmayan kristal karafla nil yeşili porselen fincan takımı haricinde istediğimiz eşyayı yanımızda götürmemize izin vermişti ama annem, “Merak etme sadece ihtiyacımız kadarını alacağız,” demişti, “geri kalanı bize yük, senin de ağzına laf olur, istemiyorum.” Babaannem her zamanki gibi başıyla onaylamıştı. Bizi terminale götürecek taksiye bindirirken annemin yanaklarına yanaklarını değdirmiş, sıra bana gelince dizlerini hafifçe bükerek öne doğru eğilmişti. Kollarındaki kuvveti kendine saklayarak bana sarıldığında, üstüne büyük kırmızı harflerle KIRILACAK yazdığımız kutulardan biri de benmişim gibi hissetmiştim, onuncu kutu gibi.


Mahalleyi de evimiz gibi hemen sevdik diyemem çünkü dışarıya adımımızı bile atmıyorduk. Taşındığımız akşam bakkaldan torbalarla yiyecek ve su almıştık nasılsa. Annemin dediğine göre başka bir şeye de ihtiyacımız yoktu. Ertesi günden itibaren sokak kapımızın zili günde birkaç defa uzun uzun çalar olmuştu. “Küçük yerler böyledir,” demişti annem, “herkes her şeyi merak eder.” Bunları söylerken yüzünde daha önce görmediğim çizgiler görmüştüm. Zil çalmaya başladığında beraber kapının arkasına oturur, sessizce gitmelerini beklerdik. Konuşanların seslerinden neye benzedikleri hakkında sonradan komik hikayeler uydururdu. Bu sessiz bekleyişlerde birbirimizin yüzüne uzun uzun bakarken gözlerinde sınırları kaybolmuş nesneleri izler, aralarında kendimi bulmaya çalışırdım.


Hayatımın değiştiğini hissediyordum. Evimizin kuralları gibi. “Eskiden ihtiyacımız olmayabilir ama artık evimizin kuralları var,” diyordu annem sık sık. Sanırım benden çok kendine kabul ettirmeye çalışıyordu bunu. “Sessizlik, sessizlik, sessizlik. En önemlisi bu.” Odasında tek başınayken yatağın ucuna oturur, yüzünü sessizce elleriyle kapatır, omuzları gene sessizce inip kalkardı. Mevsim kış olmasına rağmen evde terlik ya da ayakkabı giymem doğru olmazdı, yerlerde halı ya da kilim gibi bir şey olmadığından iki kat çorabı üst üste giyerek dolaşırdım. Televizyonu gündüzleri en kısık seste, akşamları neredeyse sağır gibi izlerdim ve tahmin edersiniz ki telefonumuz da yoktu. Duvarlara çivi çakmamış, tablo asmamıştık. Bir önceki hayatımın tablolarını düşünür, duvarlarda birbirinin üstüne katlanan kumaşlar, omuzlara değen eller, dağılmış saç telleri, ufuk çizgileri görmeyi beklerdim, yeterince delici bakışlar atarsam belki renkleriyle birlikte resimler tastamam orada belirebilirlerdi. Bazen günlerce birbirimizden başka yüze rastlamadan odalar arası küçük yolculuklar yapardık. Bir şeylerin birbirine bağlanamadığı fikrine kapılmıştım, tam anlamıyla anlamlandıramadığım ve uzun uzadıya sürdüremediğim bir fikre. Belki de annemin huzursuzluğunun kuyruğuydum sadece. Sınırı kaybolmuş bir nesne, on numaralı kutu.


“Ne yapacağımızı düşünüyorum,” derdi annem sürekli, “ne yapacağımızı düşünüyorum.” Söylediklerinde sürekli tekrara düşüyordu. Bunun bir oyun olmadığını elbette bilecek yaştaydım ve evet anneciğim, uydurduğumuz oyunları, tiyatrolarımızı, sessiz filmlerimizi, pandomimlerimizi elbette seviyorum. Şarkı söyleyemiyor, müzik dinleyemiyor olabiliriz ama mırıldanmak da güzel. Hayır, eskisi gibi dışarıda uzun uzun yürüyemediğimiz için de üzülmüyorum. Hem jimnastik saatimiz bunun için var, kaslarımız böylece evdeyken de uzuyor ve esniyor. Bak işte böyle, bacaklarımı açıyorum ve öne doğru eğilerek ağırlığımı yere bırakıyorum. İki çoraplı kocaman ayaklarım başkasının sanki.


Zamanın başlangıçlara ve sonlara bölünmesi hep ilgimi çekmiştir, durmaksızın ve bizden bağımsız uzayıp giden bir suyun derinliklerine dalabilme işi sanıyorum ki yeni ve beklenmedik olaylar sayesinde beceriliyor. Bize olan da böyle bir şeydi. Süresini hesaplayamadığım bir zaman sonra, tıpkı evimizin her odaya açılan salonunun verdiği ferahlık hissini yaşatan başka bir şey daha oldu. Annem evdeki tavanların hepsine yeterince bakmış olacak ki, bir gece yarısı evden çıktık. Buz gibi havaya aldırmadan civardaki tüm bakkalları dolaştık, hepsini cebinden çıkardığı küçük defterine not etti. Kendimize bir başlangıç yarattığımızı hissediyordum, eve döndüğümüzde salonun ortasındaki masaya oturup büyük, beyaz bir kağıdın üstüne harita çıkardık: Bakkal haritamızı. Bundan böyle haftada iki kere bakkal günüm olacaktı, tek başıma. Annem evden çıkmayacaktı. Özgürlük diye işte buna denir, diye düşündüm. Tek bir şart vardı, olur da kim olduğumu sorarlarsa, sonuçta dikkat çekebilecek kadar sevimli bir oğlandım, misafir çocuğu olduğumu söyleyecektim. Hayır, burada yaşamıyorduk, misafirliğe gelmiştik, akşama İstanbul’a dönüyorduk. Sebebini şimdi sormamalıydım, her şeyin zamanı gelecekti.


Harita kuralına göre bakkallara sırayla gidilecekti. Ve gene haritaya göre iki mahalle ötedeki en uzak bakkala gittiğimde, bu sekiz numaralı bakkal oluyordu, bir önceki gidişimin üstünden beş hafta geçmiş olacaktı. Böylece bakkal amca, “Anlat bakalım İstanbullu, İstanbul’da havalar nasıl?” dediğinde gözümü kırpmadan can alıcı hikayeler uydurabiliyordum. Asla tekrara düşmüyor, her seferinde bir başka hikaye yaratmayı dünyadaki en iyi işten bile çok seviyordum. Bakkallar benim arkadaşımdı, onlara İstanbul’dan haberler getirirdim, onlar da beni her seferinde heyecanla dinlerdi.


Size gündüzleri camları açmadığımızı ve perdeleri hep kapalı tuttuğumuzu söylemeyi unuttum. Neyseki perdeler de evin kalanı gibi beyazdı da içerisi karanlık olmuyordu, çünkü okumalar yapmayı ve resim çizmeyi seviyordum. Resim defterimin boş yaprakları tükenmek üzere olduğu için bazen beyaz sayfanın üstüne hayali bir kalemle çizimler yapıyordum. Bu bende sessizlik kuralımızı pekiştiren bir alışkanlığa dönüşmüştü, uyum sağladığımı keşfetmek kendimi iyi hissettiriyordu. Yanımda getirdiğim üç beş kitabın başlangıçlarını ve sonlarını değiştirip hikayeleri birbirine yamamayı da adet edinmiştim, böylece hem zevkim için hem de bakkallara anlatabileceğim bir sürü değişik hikaye türetebiliyordum, uymayan yerleri aklımda yeniden yazıyordum. Bazen hikayelerdeki insanlardan birinin kapımızı tıklatanlardan biri olduğunu düşünüyor, eğer kapıyı açmak zorunda kalırsak birbirimizi hemen tanıyacağımıza emin oluyordum, gerçi epeydir tıklamalar azalmış, neredeyse kesilmişti.


Sabahları annem perdeleri iki parmağıyla aralar ve pencerenin önünde dakikalarca kalırdı. Görüntüsü bana yabancılaşana kadar izlerdim onu, içimden öyle büyük bir güçle konuşurdum ki, beni duyacağına neredeyse emin olur, düşüncelerimizin birbirine değmesini beklerdim. Aylar sonra bir sabah, salonun penceresine fırtınalı gecelerde kuru dalları çarpan ağacın aslında bahar dalı olduğunu keşfettiğimiz o sabah, annem artık solgun, incecik bir hayalete dönmüş bedenini ilk kez balkona çıkardı. “Orada kal,” diye işaret etmişti bana, “sen daha sonra çıkarsın.” Gözlerini kapatıp yüzünü gökyüzüne kaldırmış, pencerelerde ve kapı önlerinde hızla biriken meraklı gözlerin kendisini doya doya izlemesine izin vermişti. Yazın ilk ışıkları üstüne çarpıp rengarenk kırılıyordu.


Böylece kapısı bir türlü açılmayan evdeki hayaletin masalı etrafta hızla yayıldı. “Planım tıkır tıkır işledi! Bir saat gibi, tıkır tıkır!” Annem salonun ortasında, masanın etrafını döne döne dans ediyordu. Eteklerinin dalgalanışına gözlerimi kırpmadan bakmak başımı döndürüyordu. “Demiştim sana, böyle yerlerde herkes her şeyi merak eder. Meraktan öldüler ve sonunda gördüler. Onlara esaslı bir gizem verdik. Artık burada dilden dile yayılacak bir masalız. Bundan harika bir hikaye çıkaracağız, şimdiye kadarki en iyisini!”


Ertesi sabah bakkal günümdü ve sıra iki numaralı bakkaldaydı. Annem iki numarayı, önü plastik renkli toplarla kaplı dört numaralı bakkalla değiştirdi. Alaaddin’in dükkanı gibi her şey bulunurdu burada, sahibi de en sevdiklerimdendi. Ona bir çırpıda İstanbul’daki evimizin önünde kurulan pazardaki korkunç çocuk kaçırma olayını anlattım. Polis haftalarca aramış, sonunda çocuğun yün eldivenlerini bir pazarcının kamyonunun aynasına asılı bulmuştu. Gözbebekleri yeterince büyüyünce hikayemi bitirdim, detayları öğrendiğimde olayın devamını da anlatırdım, bir sonraki seferde tabii ama şimdi bana üç düzine mum, kibritler ve iki deste iskambil kağıdı lazımdı.


Dakika tutmuştum, evimize giren ilk yabancı tam kırk dakika içeride kaldı. Artık olaylı başlangıçlar ve sonları beklemiyor, zamanı daha küçük, alelade parçalara bölebiliyorduk, işimizin de bir parçasıydı bu. Çıkarken, çantasından ince cam bir şişe çıkarmış, “Dükkanımızda sattıklarımızın en iyisi,” demişti. “Tadını beğenirseniz öbür ay yine getiririm.” Sonra annemin zarif kalçalarını takip eden iri kalçalarını bir o yana bir bu yana sallayarak evimizin kapısından çıktı gitti.

“İşte bu kadar kolay,” diye bağırdı annem arkasından, zeytinyağı şişesini masaya açılmış iskambil kağıtlarının yanına bırakıp sevinçle sarılıp öptü beni. “Yarın da kızkardeşi gelecek. Onun arkadaşı, bunun kardeşi derken her şeyi yoluna koyduk bile, saat gibi!”


Sonunda annemin bir işi, kapının ardındaki seslerin sahiplerini görebileceğimiz kadar gerçek bir işi var. Artık evde müzik dinleyebiliyor, bağıra çağıra şarkılar söyleyebiliyoruz. Galiba benden daha çok annem özlüyormuş bunları, topuklarına kadar uzanan elbiseleriyle evin odalarını dans ederek dolaşıyor, müziklere o anda yazdığı kendi sözleriyle eşlik ediyor, bazen de bir başkasının sandığım, evi çınlatan kahkahalarından atıyor.


Zeytinyağcıların gelininin dediği gibi ertesi gün kardeşi geldi. Ondan sonraki gün kardeşinin arkadaşı. Sonra diğer arkadaşlar. Tanıdıkların tanıdıkları. Eve telefon bağlattık ve telefonun yanına içine isimleri ve tarihleri yazmak için annemin küçük defteriyle kalemini bıraktık. Salonun perdelerini koyu olanlarla değiştirdik, böylece gündüzleri de odanın içi karanlık oluyor. Eve gelen herkes annemin gözlerinin içine bakıp anlatmasını bekliyor, bir zamanlar kapı arkasında benim yaptığım gibi. Masada birbiri üstüne açılıp ellendikçe ısınan iskambil kağıtlarının ve mumların kokusunu, odamın kapısında yarı saklanarak beklediğim yerden bile alıyorum. Annemin gözleri kısıldıkça karşısındakininkiler büyüyor, mum ışığının altında tıpkı anlattığım hikayedeki pazarcı kamyonunun tekerlekleri gibi yusyuvarlak oluyorlar. Kırk dakikanın sonunda annem seansları hep aynı cümleyle bitiriyor. “Merak etme, planın saat gibi tıkır tıkır işleyecek.” Bunu der demez ayağa kalkıyor ve serseme dönmüş müşterisini de yerinden kaldırmak için elini uzatıyor. Birbirlerine sarılıyorlar, gidenin yüzünde daima şehvetli, hırslı bir parıltı beliriyor. Bunun, birinin size neler olacağını söylediğinde netleşen sınırlarla ilgisi olabilir.


Bu sabah annem önce haritamızı, sonra da bakkalları sıralayan listeyi kapının arkasından çekip aldı, buruşturarak çöpe attı. “Bunlara ihtiyacımız yok artık. Bakkala ne zaman istersek o zaman gidebilirsin.” Gözlerindeki ışıltıya birkaç saniye çakılı kaldım ve hemen sonra sevinçle başımı salladım. “Canın dondurma çekiyorsa koş da al, hadi!” diye devam etti. “Un ve süt de alırsan ikimize kocaman bir kek bile yaparım. Ne diyorsun?”


Merdivenlerden üçer beşer atlayarak inip kendimi sokakta buldum. Hava kuş cıvıltıları ve türlü kokularla yeni bir varlığa bürünmüş sanki, güneş her şeyin üstünü parlatıyor. Şimdi birinci bakkaldan başlayarak hepsine sırayla uğrayacağım ve arkadaşlarıma buraya temelli taşındığımızı söyleyeceğim. Ayrıca eğer isterlerse artık sadece İstanbul’dan değil, her yerden haberler getirebilirim onlara. Ne de olsa işimiz bu artık.


*


Onur Çalı editörlüğünde hazırlanan ve 27 öykünün yer aldığı “Yaz Öyküleri,” Türkiye’nin dijital kitap platformu Kitap Cumhuriyeti’nde yayımlandı. "Sınırları Kaybolmuş Şeyler" isimli öykümün de yer aldığı kitabın tamamına şuradan erişebilirsiniz: https://www.edebiyathaber.net/27-yazardan-yaz-oykuleri/





214 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

"Darling"

bottom of page